İstanbul Sözleşmesi’nin Ardından: Küresel Toplumsal Cinsiyet Karşıtı Hareketlerin ve Türkiye’nin Kayyum Rejiminin Kavşağında Kadınlar ve LGBTQI+lar
20 Mart sabahı Türkiyeli kadınlar ve LGBTQI+lar korktukları duyuruya uyandılar. Türkiye, bir gece yarısı cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin önlenmesine ilişkin uluslararası bir mihenk taşı olan İstanbul Sözleşmesi’nden tek taraflı olarak çekildi. Ertesi gün Cumhurbaşkanlığı İletişim Müdürlüğü'nün web sitesinde kısa bir açıklama yayınlandı: “Başlangıçta kadın haklarının güçlendirilmesini teşvik etmeyi amaçlayan İstanbul Sözleşmesi, Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir. Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararı alması da bu nedene dayanmaktadır.1
Binlerce kadın ve LGBTQI+ Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kararını protesto etmek için sokaklara döküldü. Kadın hakları örgütleri, STK'lar ve muhalefet partileri Cumhurbaşkanının mecliste kabul edilen uluslararası bir anlaşmayı geçersiz kılma yetkisine sahip olmadığını, bu nedenle kararnamenin anayasaya aykırı olduğunu savunarak, Türkiye'nin en yüksek mahkemesi olan Danıştay'a başvurdular. Avrupa Birliği yetkilileri kararın gözden geçirilmesinde ısrar ederken, Türkiye’nin adımını kınadılar. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, çabaların hiçbiri başarılı olamadı. 1 Temmuz'da Erdoğan'ın kararı resmen yürürlüğe girdi ve 2011 yılında İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin ilk imzacısı olan Türkiye, sözleşmeden çekilen ilk ülke oldu.
Peki son on yılda değişen neydi? Sözleşmenin metninde yazıldığından bu yana değişiklik yapılmadı. Resmi geri çekilme açıklamasının işaret ettiği, gizli eşcinsellik gündemleri taşıyan bir grup insan ise hayalden başka bir şey değil. Yine de İletişim Başkanlığı’nın metni, çekilmeyi ilan ettikten hemen sonra bazı cevaplar sunuyor: “İstanbul Sözleşmesi ile ilgili ciddi endişeleri olan tek ülke Türkiye değildir. Avrupa Birliği'nin altı üyesi (Bulgaristan, Macaristan, Çekya, Letonya, Litvanya ve Slovakya) İstanbul Sözleşmesi’ni onaylamamıştır. Polonya da eşcinsel grupların toplumsal cinsiyet hakkındaki fikirlerini tüm topluma empoze etme girişimini gerekçe göstererek sözleşmeden çekilmek için adımlar atmıştır.”2
Türkiye hükümeti, kadınların güçlenmesini kısıtlamak için homofobiyi araçsallaştıran tek ülke olmadığının gayet farkında. İstanbul Sözleşmesi'ni toplumsal ve ailevi değerlere bir tehdit gibi göstermek de yalnız Türkiye’ye has değil. Popülist sağ ile ele ele vermiş küresel toplumsal cinsiyet karşıtı hareket, toplumsal cinsiyet temelli şiddetle mücadele etmeyi amaçlayan uluslararası bir anlaşmayı birçok ülkede şeytanlaştırdı. Bu hareketlerle önemli ortak noktaları bulunmakla birlikte, Türkiye'nin geri çekilme kararı ülkenin 2015 sonrasında, demokratik karar alma mekanizmalarının kayyum denen atanmış hükümet görevlileri veya bizzat Cumhurbaşkanı tarafından ele geçirilip devre dışı bırakıldığı bir kayyum rejimine doğru otoriter dönüşümünün incelenmesiyle anlaşılabilir.
Avrupa’da İstanbul Sözleşmesi'ne Saldırılar
Polonya, İletişim Başkanlığı’nın açıklamasında bahsedilenden daha ileri gitti. Mart 2021'de kamuoyuna sızan bir belge, Polonya hükümetinin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekle yetinmeyip yerine “aile haklarını temel alan alternatif bir sözleşmeyi” yürürlüğe koymayı planladığını ve Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya ile Hırvatistan’a davet gönderdiğini ortaya çıkardı.3 Varşova Sözleşmesi olarak adlandırılan alternatif antlaşma, aileyi “toplumsal cinsiyet ideolojisi”nin oluşturduğu tehditlere karşı “korumak” üzere tasarlandı.
Temmuz 2018'de Bulgaristan'da, Society and Values (SAV) - ABD’nin liderlik ettiği Dünya Aileler Kongresi (WCF) koalisyonun üyesi olan muhafazakar bir örgüt - gibi grupların başını çektiği yoğun bir kulis faaliyeti sonrasında Bulgaristan Anayasa Mahkemesi, toplumsal cinsiyeti toplumsal bir kurgu olarak tanımladığı için İstanbul Sözleşmesi’nin Bulgaristan anayasasına aykırı olduğu kararını verdi. Mahkemeye göre, böyle bir toplumsal cinsiyet anlayışı “iki cinsiyet arasındaki sınırı, biyolojik olarak belirlenmiş olan erkekliği ve kadınlığı göreceli hâle getiriyor.”4
Litvanya’da sözleşmeyi onaylama baskısı devam ederken, bu yılın başlarında Hristiyan topluluklarının liderleri “kadın ve erkeği karşı karşıya getiren ve önyargılı” mevzuatın insan doğasını reddettiğini ve toplumsal faydayı tehlikeye attığını iddia eden ortak bir açıklama yayınladılar.5 Çek Cumhuriyeti'nde, Hıristiyan ve Demokrat Birlik (KDU – ČSL), sözleşmenin alışıldık olmayan toplumsal cinsiyet rollerinin teşvikiyle ilgili maddesine karşı örgütlenerek, bunun çocuklar için büyük bir tehlike olduğunu öne sürdü.6
Letonya'da dini liderler, sözleşmenin anayasa ile çeliştiğini ve "Letonya'ya toplumsal cinsiyet ideolojisinden beslenen bir toplum mühendisliği projesini dayatmayı mümkün kıldığını” iddia ediyorlar.7 Anayasa Mahkemesi, kısa süre önce konuya dahil olmak zorunda kaldı ve Sözleşmenin anayasaya uygun olduğuna karar verdi. Benzer şekilde, Slovakya parlamentosu, eşcinsel evlilik “tehdidine” odaklanarak iki kez Sözleşmenin onaylanması aleyhinde oy kullandı.8
Macaristan'da iktidardaki Fidesz Partisi, “yıkıcı cinsiyet ideolojisi”nin yanı sıra toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim nedeniyle zulüm gören mültecileri ülkeye kabul etme yükümlülüklerinin “Avrupa'ya göçü hızlandırabileceği veya kolaylaştırabileceği” nedeniyle sözleşmeye karşı çıkıyor.9
İster anayasa mahkemelerinde ister dini liderlerin parlamentolara gönderdikleri açık mektuplarda olsun Avrupa çapında 37 sayfalık sözleşmenin üç maddesi ihtilafa neden oluyor: Toplumsal cinsiyeti toplumsal olarak inşa edilmiş roller, davranışlar ve faaliyetler olarak tanımlayan Madde 3(c); temel hakların cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği de dahil olmak üzere hiçbir zeminde ayrımcılık yapılmaksızın güvence altına alınması çağrısını yapan Madde 4(3); ve “klişeleşmiş kadın ve erkek rolleri” ile mücadele ihtiyacını ortaya koyan Madde 12(1). Tartışmadaki tüm taraflar, sözleşmenin tek odak noktası olan kadına yönelik şiddetin sona ermesi gerektiğinde hem fikir. Karşı çıktıkları, İstanbul Sözleşmesi'ni önceki tüm yasal girişimlerden ayıran, kadına yönelik şiddetin ortadan kaldırılmasının “hukuki ve fiili toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması” bağlamında çerçevelendirmesi.
Toplumsal Cinsiyet Hayaleti ve Popülist Sağ
Toplumsal cinsiyet temelli şiddetle mücadeleyi amaçlayan uluslararası bir sözleşmenin nasıl bu kadar siyasallaştığı sorusu - binlerce insanın savunmak için sokaklara dökülmesi, aleyhtarlarının öfkeli protestoları, “toplumsal cinsiyet” kelimesi ile ilgili kamusal, parlamenter ve yasal tartışmalar, birden fazla ülkede mükerrer manşetler - son yıllarda Avrupa'ya ve dünyaya musallat olan hayalete yakından bakmayı gerektiriyor; toplumsal cinsiyet hayaleti.
Teksas’da yürürlüğe giren ve hamileliğin altıncı haftasından itibaren kürtajı yasaklayan son yasadan Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesine; 2019'da Macaristan'da toplumsal cinsiyet çalışmaları bölümlerinin kapatılmasından Kolombiya’da tarihi barış referandumuna “toplumsal cinsiyet ideolojisi” temelinde karşı çıkan sağcı seferberliğe ve Güney Kore'deki Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Aile Bakanlığı'nın gözden çıkarılmasına; 2018’de Peru’da “Con mis Hijos no te Metas” (“Çocuklarımızla uğraşmayın”) ismiyle örgütlenen ve “toplumsal cinsiyet ideolojisinin” okul müfredatlarından çıkarılmasını isteyen kampanyadan Polonya’da bugün itibariyle 100’den fazla belediyeyle ülkenin üçte birine yayılmış “LGBT ideolojisine” karşı “LGBTsiz bölge” uygulamasına kadar, muhafazakar ve dini grupların oluşturduğu kötücül bir ittifak, heteronormatif ataerkil düzeni korumak için cinsiyet eşitliği ve cinsel özgürlükler alanında kazanılmış büyük yasal ve toplumsal başarıları tersine çevirmeye çalışıyor.
Feminizme karşı hareketler yeni değil. Bugün feminizmin “ikinci dalgası” olarak bilinen kazanımlara muhalefet ve karşı saldırı daha 1970'lerde ivme kazanmıştı. Bununla birlikte, kadın ve LGBTQI+ haklarına karşı son on yılda şiddetlenen küresel hareketler hem kapsam hem de mobilizasyon bakımından farklı. Birincisi, Facebook'ta örgütlenen küçük ölçekli erkek hakları gruplarından milyon dolarlık şirketlere, hükümetlere ve dini kurumlara kadar dünyanın dört bir yanında farklı grupların birbirinden öğrendiklerine, güçlerini birleştirdiklerine, ittifaklar kurduklarına tanık olduğumuz bu hareket giderek daha ulusaşırı bir hâl alıyor. İkincisi, bu hareketler ister Fransa’da, ister Peru ya da Porto Riko’da olsun geleneksel değerler, aileler, çocuklar ve dolayısıyla ulusların geleceği hakkında panik yaratarak kitlesel halk ve sokak seferberlikleri yaratabiliyor.
Simone de Beauvoir'ın 1949'da “kadın doğulmaz, kadın olunur” diye yazmasından bu yana neredeyse tamamen feminist bilgi üretimi ve feminist pratiğin sınırları içinde kalmış bir kavram olan toplumsal cinsiyet, bu yeni hareketlerde başrolü oynuyor. Feminist özgürleşme tasavvurunun tam aksine, bu hareketlerin anladığı “toplumsal cinsiyet”, şeytani bir güç, yıkıcı bir komplo!
“Toplumsal cinsiyet ideolojisi” kavramı, geleneksel aile değerlerini hedef alan bir tehdit olarak ilk kez 1990'larda Vatikan'dan geldi.10 Birleşmiş Milletler’in Kahire (1994) ve Pekin (1995) Konferanslarında üreme haklarının cinsel haklarla birlikte resmi olarak insan hakları çerçevesinde tanınmasına yanıt olarak Vatikan takipçilerini, kadın ve erkeğin doğal ve geleneksel rollerinin ve bunlar üzerine kurulu ailenin ve toplumun yıkılması tehdidine karşı harekete geçirmek üzere bir dizi adım attı. Kadınlar toplumsal cinsiyet kavramını uluslararası anlaşmalara ve BM belgelerine sokmayı başardıkça, Vatikan da feminist ve LGBTQI+ hareketlerinin başarılarına karşı örgütlemeyi “toplumsal cinsiyet ideolojisi” terimi etrafında yürütmeye başladı.
Ancak 1990’larda Birleşmiş Milletler’de kadın haklarına karşı hareketin ana aktörleri Vatikan, birkaç Katolik devlet ve muhafazakar STK'lar iken bugün,11 “İslam İşbirliği Teşkilatı, Arap Devletleri Birliği, BM Afrika Grubu ve G77 gibi grupların da zaman zaman iştirak ettiği Müslüman devletler, eski Sovyet devletleri, Amerika Birleşik Devletleri” ile toplumsal cinsiyet karşıtı ulusaşırı ittifak her zamankinden daha geniş.12 “Doğal ailelerin” korunması kisvesi altında kadın düşmanı, homofobik ve transfobik gündemleri örgütlüyorlar. ABD merkezli Hıristiyan Sağ koalisyonu Dünya Aileler Kongresi 1997'den bu yana bu hareketleri bir çatı altında toplayan Dünya Konferansları düzenliyor. 2004 yılında BM Uluslararası Aile Günü ve Uluslararası Aile Yılı kutlanmaya başlandı. Muhafazakâr STK'lar 2008 yılında BM Aile Hakları Grubu’nu, 25 BM üyesi 2015 yılında Aile Dostları Grubu’nu kurdu.
“Toplumsal cinsiyet ideolojisine” karşı kitlesel seferberlikler aynı zamanda, Latin Amerika'dan ABD'ye, Orta ve Doğu Avrupa'dan Güney Asya'ya kadar, “onlar”a karşı konumlanacak bir “biz”in inşası için durmaksızın tehdit icat etmek zorunda olan sağcı popülist hükümetlerin ve siyasi partilerin yükselişiyle körüklendi. Bu popülist hareketler, sıradan insanların karşısında seçkinler, gerçek vatanseverlerin karşısında ihanetçiler, dindar mazlumların karşısında yozlaşmış sekülerler gibi bölücü ve kutuplaştırıcı söylemler üzerinden iş görüyor. Ülkelerdeki farklı etnik ve dini azınlıklar ortak düşman ilan ediliyor. Batı için Müslümanlar, birçok Müslüman ülke için Batı, her yerde göçmenler ve mülteciler şeytanlaştırılıyor. Entelektüeller, aktivistler, insan hakları savunucuları, sivil toplum liderleri, liberal demokrasinin kayıp vaadini hatırlatan herkes giderek artan şekilde “onlar” olarak konumlandırılıyor ve hedef alınıyor. Üreme haklarını savunan, eşit ücret isteyen, ayrımcılık karşıtı mücadeleler yürüten kadınlar, özgürlük ve eşitlik isteyen LGBTQI+ toplulukları, dışarıdan ithal edilmiş toplumsal cinsiyet, kimlik ve özgürlük kavramlarıyla ülkeyi zehirleyen ahlaksızlar olarak “onlar” havuzuna sürükleniyor. İkiliğin “biz” tarafı ise durmaksızın kadınların anne ve eş olarak kutsal rollerini vurguluyor.
Dolayısıyla, çoğunluğu Doğu Avrupa ülkelerinden feminist akademisyenler, toplumsal cinsiyet karşıtı ideolojinin son küresel yükselişini feminist karşıtı hareketin basit bir devamı olarak değil, başlangıçta Vatikan tarafından yönlendirilen dini kurumların neo-liberal sağcı, popülist ve otoriter hareketlerle güçlerini birleştirdiği yeni bir siyasi konfigürasyonunun önemli bir parçası olarak izliyorlar.13 Bu yeni konfigürasyonda toplumsal cinsiyet, popülist söylem tarafından “mevcut toplumsal düzenin ürettiği güvensizlik ve adaletsizlik etrafında insanları harekete geçirmek” için bir tutkal olarak kullanılıyor14 ve “neoliberalizmin neden olduğu kaygı, utanç ve öfke harekete geçiriliyor.”15 Geleneksel değerlere ve aileye saldırı söylemi insanların istikrarsız koşullardan kaynaklanan sıkıntılarını, Tanrı’nın yarattığı şekilde erkeklerin erkek, kadınların kadın olduğu ve öyle kalacağı, heteronormatif ailenin toplumun çekirdeğini teşkil ettiği hem sahte bir sabit geçmiş hem de sahte bir sabit gelecek rüyasına yönlendirdiği için popülist partiler için hayli kullanışlı.
İstanbul Sözleşmesi ve Türkiye'de Toplumsal Cinsiyet Politikaları
İstanbul Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011 tarihinde Türkiye’nin Avrupa Konseyi dönem başkanlığı sırasında nihayetlendirilip imzaya açıldı. Türkiye, sözleşmenin ilk imzacısı ve aynı yılın 24 Kasım’ında sözleşmeyi meclisinde onaylayan ilk ülkeydi.16 O zamanlar hükümet bugünkü ile aynıydı ama 2011’in AKP’si (Adalet ve Kalkınma Partisi) bugünden epey farklıydı.
AKP siyasi istikrarsızlık ve ekonomik kargaşa ile ilişkilendirilen on yıllık koalisyon-hükümetleri dönemini sona erdirerek 2002 yılında, liberal muhafazakar bir parti olarak iktidara geldi. Kadrolarının ve destekçilerinin birçoğunun içinde yetiştiği Batı karşıtı siyasal İslam geleneğinin aksine, kendisini 11 Eylül sonrası dünyada piyasa ve demokrasi yanlısı bir Batı müttefiki olarak konumlandırdı. İlk günden bu yana popülist bir parti olan AKP’nin biz’i dindar mazlumlar; karşısında konumlandıkları ise laik seçkinler, Kemalistler’di.
Başlangıçta AKP, Avrupa Birliği'nin “uyum paketlerine” sadık biçimde siyasi sistemi demokratikleştirecek bir dizi reformu hayata geçirdi. Türkiye'nin uzun süreli AB üyeliği hayalini gerçekleştirmek, hem Türkiye'yi örnek bir Müslüman ülke haline getirme amacına uygun olduğu, hem de Kemalistlerin devlet aygıtı üzerindeki egemenliğini zayıflatmaya yardımcı olduğu için parti için önemli bir hedefti.
Kadınların özgürleşmesi 1923'teki kuruluştan itibaren Türkiye’de, kurucu Mustafa Kemal figürüne dayanan bir Kemalist proje olarak çerçevelenmişti. Türkiye'yi Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntılarından Batı medeniyetlerinin ligine taşımayı taahhüt eden Kemalist rejim, 1920 ve 1930’larda bir dizi reformla hukuku, kurumları ve kültürel alanları laikleştirdi. İslam'dan “özgürleştirilen” eğitimli, örtüsünden çıkmış kadınlar, Türk modernleşmesi projesinin bayrak taşıyıcıları olarak vitrine kondu. Ancak kadınlara yaşamın birçok alanında eşit haklar sağlamasına rağmen, Kemalist proje aynı zamanda erkeğin resmen hane reisi olarak tanındığı, münevver kadınların ise iyi eşler ve Türk ulusunun Batı’yı yakalama seferberliği için ihtiyaç duyulan çocukları yetiştirmekle sorumlu anneler olmakla sınırlandığı bir çekirdek aile şeklini toplumun merkezi haline getirerek patriyarkayı kurumsallaştırdı.17
Kentli orta sınıfların çekirdek ailelere olan bu Kemalist yatırımı üstlenip yeniden ürettiği, Türkiye'nin kırsal kesimlerinin reformlara ve ideolojiye az çok uzak kaldı, Kürt bölgelerinin ise asimilasyona direndiği Türkiye'de, kadınların statüsü ve sorunları her zaman farklı etnik kökenler, farklı bölgesel ve sınıfsal konumlar arasında farklılaşan özellikler gösterdi. Ancak kadına yönelik şiddet toplumun her kesiminde yaygındı.
Toplumsal cinsiyet temelli şiddet bu nedenle Türkiye'deki feministler için her zaman merkezi bir odak noktası olmuştur. Bağımsız bir feminist hareketin ortaya çıktığı 1980'lerde, ilk büyük kampanya Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü’ydü (1987). Bu kampanya, Türkiye'de Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi (CEDAW) Uluslararası Sözleşmesini’nin 1985 yılında onaylamasına karşın, ulusal yasaların yetersiz kaldığı ya da cinsiyetçi hâkimler nedeniyle yasaların uygulanmadığı, sığınaklar gibi kadınları şiddetten korumaya yönelik mekanizmaların bulunmadığı bir zamanda örgütlenmişti.
Feminist hareketin on yılı aşkın eylemliliğinin ve kadın örgütleri tarafından yürütülen muazzam bir kampanyanın ardından “hane başkanı” sıfatıyla kocanın evlilikteki üstünlüğünü sona erdiren ve ferdi alanların tamamında kadınlar ve erkekler arasında eşitlik sağlayan yeni bir Medeni Kanun 2001 yılında meclisten geçti. 2002 yılında iktidara gelen AKP ilk önce kadın hareketi ile iş birliği yaptı. Aynı yıl, kadın örgütleri Türk Ceza Kanunu Reformu Platformunu oluşturdu ve üç yıllık sıkı çalışma ve yoğun kulis faaliyetinden sonra, çok önemli Ceza Kanunu değişikliklerini 26 Eylül 2004 tarihinde meclisten geçirdiler.18
AKP, ilerici adımların yanı sıra Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından desteklenen neo-liberal yeniden yapılanma ve refah politikası kesintilerinden kaynaklanan ekonomik başarısı sayesinde aldığı desteği genişleterek 2007 seçimlerinde oy payını büyük oranda artırdı. Kısa süre sonra, Kemalistleri yargı, üst düzey bürokrasi ve ordudan tasfiye edip onlardan boşalan pozisyonlara AKP'nin o dönem ana müttefiki olan Gülencileri getirerek iktidarını sağlamlaştırdı. Ülkeyi 2008 küresel ekonomik krizinden görece hasarsız çıkarmak AKP'nin güvenini daha da artırdı. Bu dönemde 30 yıllık savaşı sona erdirmek için Kürdistan İşçi Partisi (PKK) ile başlattığı barış görüşmeleri AKP iktidarının ilk on yılındaki demokrasi vaadinin mihenk taşıydı.
Ancak 2000'li yıllarda kadına yönelik şiddet hızla yükseldi, kadın cinayet oranları 2002-2009 yılları arasında 14 kat arttı.19 2009 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (ECHR), Türkiye'yi kadınları aile içi şiddete karşı koruma yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle mahkum etti.20 2011 yılında bir BM raporu, Türkiye’de aile içi şiddet oranlarının ABD'nin neredeyse iki katı ve bazı Avrupa ülkelerinden 10 kat daha yüksek olduğunu ortaya koydu.21 Resmi istatistiklerin yokluğunda, kadın grupları ulusal ve yerel medya kaynaklarındaki erkek şiddet olaylarını izlemeye başladı, kadın cinayetlerinin sistematikliğine dikkat çekmek için platformlar ve kampanyalar düzenledi. Kadınların çoğu durumda ya ayrıldıktan sonra eski eşleri ya da ayrılık sırasında partnerleri tarafından öldürülmeleri bu yeni şiddet dalgasının kadınların güçlenmesi ve boyun eğmeyi reddetmesiyle ilişkili olduğuna işaret ediyordu.22
AKP iktidarında iki dönemin, Kıbrıs meselesi nedeniyle uzaklaşılan AB üyeliği rüyasının ve Türkiye’nin yönünü ticaret ve yayılma için bölgesel komşularına çevirdiği bir neo-Osmanlıcı dış politika doktrinini benimsemesinin ardından, 2011 yılında bir paradigma değişimi kapıdaydı. Ancak hâlâ birçok uluslararası forumda 'model Müslüman ülke' rolü sürdürülüyordu ve cinsiyet eşitliğini desteklemek bu imajının önemli bir bileşeniydi. Böylece AKP hükümeti, uluslararası nüfuz ve meşruiyet kazanmak üzere hesapladığı bir hamleyle sözleşmenin İstanbul'da imzaya açılması ve dolayısıyla sözleşmenin İstanbul adını alması için muazzam bir çaba gösterdi.23
Ancak hükümet sözleşmeyi uygulamak konusunda aynı derecede hevesli değildi. Kadınları şiddetten korumaya yönelik tek büyük mevzuat, ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddeti kadına yönelik şiddet biçimleri olarak tanımlayan ve Şiddeti Önleme ve İzleme Merkezleri (ŞÖNİM) ile kadın sığınaklarının açılması da dahil olmak üzere bir dizi politikayı hayata geçirmeyi amaçlayan 6284 sayılı kanun, İstanbul Sözleşmesini takiben Mart 2012'de yürürlüğe girdi. Ancak bu kanun için seferberlik, feministler tarafından İstanbul Sözleşmesi'nin kabulünden önce başlatılmıştı zaten.
2011 yılında İstanbul Sözleşmesini imzaladıktan bir ay sonra AKP, Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın adından kadını silerek Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirdi. Benzer şekilde, 6284 sayılı kanun, kadın haklarının yalnızca ailenin sınırları dahilinde tanınacağını ilan edercesine, Ailenin Koruması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlemesine Dair Kanun olarak adlandırılırdı. Kadınlar AKP’nin iki yüzlüğünün farkındaydı. Erdoğan, 2010 yılında kadın örgütleriyle yaptığı bir toplantıda sözünü esirgememiş, “kadınlar ve erkeklerin eşit olduğuna inanmıyorum” diye ilan etmişti.24
Mayıs 2012'de Erdoğan, kürtajı AKP tarihinin o güne kadarki en kanlı katliamına bağlayan “her kürtaj bir Uludure’dir” çıkışını yaptı ve güçlü bir ulus inşa etmek için kadınlara en az üç çocuk yapmalarını -ilk kez 2008 yılında yaptığı ve o zamandan beri değişen ivedilik derecelerinde tekrarladığı bir çağrı- salık verdi. Binlerce kadın Erdoğan'ın konuşmasından sonra hazırlanan kürtaj karşıtı yasa teklifine karşı sokaklara çıktı. Tartışmalı yasa tasarısı geri çekildi ancak o tarihten itibaren fiili bir kürtajı yasağı yürürlüğe girdi. Bir araştırma, ülkedeki devlet hastanelerinin sadece yüzde 7,8'inde kadının talebi üzerine kürtaj yapıldığını ortaya koyuyor.25
Bu dönemde AKP’nin toplumsal cinsiyet politikası, ilerleme addedilebilecek birkaç adıma rağmen, neo-liberal ve neo-muhafazakâr bir aileciliğe dayanıyordu. Bu anlamda, modern Türk özneleri üretmek üzere çekirdek aileye olan Kemalist yatırım değişmemiş, ancak çekirdek ailenin neo-liberal yeniden düzenlenişiyle güçlendirilmişti. Refah devletinden feragat, devletin geri çekilmesinin bıraktığı boşluğu doldurmak için güçlenmesi gereken neo-muhafazakâr ailecilik aracılığıyla gizlendi. Bu yeni konfigürasyonda kadınlar geleneksel anne ve eş rollerinde tutulurken, AKP’nin resmi söyleminin giderek artan fıtrat vurgusu, patriyarkanın yalnızca kurumsal değil, aynı zamanda Allah vergisi bir düzen olduğunu pekiştirmeyi hedefliyordu. AKP gücünü artırdıkça, kadınların güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği, giderek daha fazla ailenin korunmasıyla karşı karşıya getirilmeye başlandı.
Türkiye'nin Otoriter Virajı: Kayyum Rejimi
AKP’nin dümeni aşırı milliyetçi, Batı karşıtı, aşırı muhafazakâr bir popülist politikaya kırışının başlangıcı, Arap Baharı'nın halk ayaklanmaları ve ardından Mısır'da Müslüman Kardeşler'e yapılan darbeye veya Suriye Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) IŞİD’le mücadelesi üzerinden önemli bir bölgesel aktöre dönüşümüne ve Türkiye'nin güneyinde yeni bir özerk Kürt bölgesi olasılığına ve başka önemli jeopolitik gelişmelere kadar götürülebilir. Ülke içinde ise İstanbul'da başlayan ve AKP politikalarına karşı ülke çapında yayılan 2013 Gezi ayaklanması muhtemelen Erdoğan için tehlike çanlarını çalmıştı. Ayaklanmanın kısa sürede şiddetle bastırılmasına karşın, Kürtleri, sosyalistleri, feministleri, LGBTQI+ları ve AKP'ye muhalif diğer grupları bir araya getirerek Gezi ruhunu seçim kampanyasına taşıyan Halkların Demokratik Partisi (HDP), Haziran 2015 ulusal seçimlerinde 6 milyondan fazla oy aldı ve mecliste 80 koltuk kazandı. Parlamenter çoğunluğu kaybeden Erdoğan'ın ülkeyi başkanlık rejimine geçirme planı oylamada etkili bir şekilde durduruldu.
Misilleme süratli oldu. Ülke kısa sürede kargaşaya sürüklendi. Bombalı saldırılar Suruç’ta ve Ankara'da barışçıl protestocuların hayatlarına mal oldu. PKK ile barış süreci bir gecede sona erdi ve AKP hükümeti Kürt illerinde yüzlerce kişinin öldüğü askeri operasyonlara başladı. Kasım 2015'te, son seçimden sadece beş ay sonra, Türkiye yeniden sandığa götürüldü ve AKP, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile koalisyonu sayesinde çoğunluğunu geri kazandı.
2016 yılında Erdoğan'a yönelik bir darbe girişimi, eski müttefikleri Gülencileri mutlak düşman haline getirirken AKP'nin taarruzunun devamını sağladı. Olağanüstü hâl ilan eden AKP, devlet kurumlarına el koyup bunları yeniden düzenlerken, düşman ilan edilen grupların hızla arttığı popülist çılgınlığı daha da alevlendirdi. Kürtler, solcular ve sivil toplum örgütlerini hedef aldı. Medya kuruluşları kapatıldı. Kadınlar ve LGBTQI+ örgütleri kapanmaya zorlandı. Onur Yürüyüşü yasaklandı, saldırıya uğradı. Yüzlerce gazeteci, insan hakları savunucusu ve demokratik olarak seçilmiş milletvekilleri ve belediye başkanları da dahil olmak üzere Kürt özgürlük hareketinin üyeleri parmaklıklar ardına konuldu.
Erdoğan’ın kayyum rejimi Eylül 2016'da bir kararnameyle 24’ü Kürt belediyeleri olmak üzere 28 belediyeye kayyum atanmasıyla başladı. Liderlerinin ve tecrübeli politikacılarının birçoğu cezaevinde olmasında rağmen HDP'nin Kürt bölgelerinde 65 belediye kazandığı Mart 2019 yerel seçimlerinin ardından kayyum rejimi genişledi. Bu belediyelerin altısına Yüksek Seçim Kurulu (YSK) kararları, geri kalanına ise kayyumlar aracılığıyla el konuldu. AKP, yerel politikacıları ve belediye personelini cezaevlerine koyarak, demokratik süreci tamamıyla devre dışı bıraktı, kayyumlar aracılığıyla belediye bütçelerini gasp etti. Kürt belediyelerine el konulmasını, 2017 yılında zaten zayıflamış olan parlamenter yapının yerini başkanlık sisteminin aldığı anayasal değişiklik izledi. Erdoğan, ülkenin medya ve finansal ağlarındaki gücünü pekiştirerek devletin geriye kalan tüm kontrolünü ele geçirdi ve tek kişilik yönetimi altında bir kayyum rejimini somutlaştırdı.
Bu otoriter virajla, kadın ve LGBTQI+ hakları giderek artan şekilde, toplumsal cinsiyet karşıtı, homofobik söylemlerin neo-muhafazakâr ailecilikle birleştiği bir siyasi mücadele alanı haline geldi. Nafaka gibi uzun zamandır var olan kadın hakları, boşanmadan sonra kadınlar zenginleşirken erkeklerin aşırı mali yükler altında kaldığını iddia eden muhafazakâr gruplar tarafından hedef haline getirildi. Erdoğan’ın üç çocuk çağrısı, çocuğu olmayan kadınları “yarım kadın” olarak adlandırmaya dönüştü. Konuşmalarında feministleri, lezbiyenleri, kadın ve LGBTQI+ örgütlerini ayrı ayrı hedef alıp ahlaksız ilan ederek saldırdı.
Bunların çoğu bizzat Erdoğan tarafından ortaya konulan hüküm ve beyanlar yoluyla gerçekleşmiş olsa da yasamaya ilişkin saldırılar da devam etti. Kadın hareketinin özellikle erken yaşta evlilikle mücadelesi hedef alındı. 2015 yılında imamlara resmi nikah gerekmeksizin evlendirme yetkisi verildi. 2016 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 103. maddesinde yapılan bir değişiklik, çocukların cinsel istismar davalarında 12 yaş ayrımı getirdi. 2017 yılında müftülerin nikah kıymalarına izin veren bir yasa çıkarıldı. Protestolara yanıt olarak Erdoğan kayyum rejiminde işlerin nasıl yürüdüğünü özetler biçimde deklare etti: “İsteseniz de istemeseniz de bu yasa meclisten geçecek!”
İstanbul Sözleşmesine karşı muhalefet Erdoğan’ın açıklamalarıyla yükseldi. 2018'deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce, AKP’ye yakın bazı gruplar tarafından imzalanan bir dilekçe, “din, ahlak, baba, onur, haysiyet, gelenek ve örf gibi değerlerin tüm tanımlarını yok etmek isteyen”, “aile karşıtı bir uluslararası saldırı”ya dikkat çekiyordu. Grup, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunun sonlandırılmasını istiyor, “toplumsal cinsiyet eşitliği politikasının, kadının kadın, erkeğin erkek ve çocukların çocuk olacağı adalet temelli politikalarla değiştirilmesi”ni talep ediyordu.26
2019 yılında 66 İslami STK İstanbul Sözleşmesini kınamak için bir araya geldi ve hükümeti geri çekilmeye çağırdı. Açıklamada, Sözleşmenin teşvik ettiği toplumsal cinsiyet kavramının Allah’ın yaratımı olan biyolojik cinsiyetleri reddettiği ve “eşcinsellik ve diğer sapık yönelimleri normalleştirmeyi amaçladığı” iddia ediliyor; “toplumsal cinsiyet eşitliği” gibi kavramlarla ulaşılmak istenen hedefin erkeklerin dişileştirilmesi, kadınların erkekleştirilmesi olduğu, bunun da boşanmaların artmasına neden olduğu öne sürülüyordu. İslami bir Kürt partisi olan Hüda-Par, İstanbul Sözleşmesinin Avrupa'ya kültürel bağlılığa yol açtığını, erkekleri şeytanlaştırıp “melez cinsiyetleri” teşvik ederek toplumu tehdit ettiğini açıkladı. Muhafazakâr medya kuruluşları her gün farklı bir sütunda sözleşmeye saldırdı. COVID-19'un ülkede yarattığı tahribat ve ekonominin serbest düşüşünden doğan büyük kaygı ve öfkenin zapt edilip yönlendirilmesi gerekiyordu. Ve geri çekilme için sahne kurulmuş oldu. Ama mücadelesiz olmayacaktı bu süreç. 2020 yazından itibaren feministler ve LGBTQI+'lar İstanbul Sözleşmesi'ni desteklemek için büyük bir kampanya başlattı. Bazılarına polisin saldırdığı sokak protestoları birden fazla şehre yayıldı, sosyal medya kampanyaları ünlüler de dahil olmak üzere on binlerce insanı #İstanbulSözleşmesiYaşatır başlığı altında harekete geçirdi ve yeni aktivistlere ulaştı.
Burada belirtilmesi gereken, Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmesi kararının AKP'nin seçmen tabanı da dahil olmak üzere bir kamu desteği üzerine inşa edilmediği. Mesela, hükümete yakın kadın hakları STK'sı Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM), toplumsal cinsiyet karşıtı grupların baskısı yoğunlaşana kadar Sözleşmeyi destekleyen açıklamalar yaptı. Bu grupların politik veya kültürel alanda çoğunluğu oluşturduğu söylenemez ama Erdoğan'ın kayyum rejiminde iktidarlarını sağlamlaştırmak için çabalıyorlar.27 Vatikan tarafından formüle edilen ve küresel toplumsal cinsiyet karşıtı hareketin kullandığı dili ve fikirleri hem İstanbul Sözleşmesi'ni hedef almak hem de lokal amaçlarına ulaşmak için yankılıyor ve harekete geçiriyorlar. Bu şekilde, sağcı neo-muhafazakâr İslami popülizm ve sağcı neo-muhafazakâr Hıristiyan popülizm, birbirlerine karşı konumlanırken bile kadınlara ve LGBTQI+'lara yönelik saldırılarını koordine ediyorlar.
Bu anlamda, Türkiye'nin Sözleşme’den geri çekilmesi bir yandan, Avrupa'nın bir zamanlar temsil ettiği şeye arkasını dönüşünün devamı ve sağcı, neo-muhafazakar popülist Avrupa ile hizalanmasının adımı. Öte yandan, AKP'nin benimsediği yeni toplumsal cinsiyet karşıtı söylemler, kadınların güçlendirilmesini sınırlamaya yönelik politikalarının bir devamı olmakla birlikte, insanların çökmekte olan bir rejim altında yaşamaktan ve ekonomik gerilemeden kaynaklanan sıkıntılarını kadınların uzun zaman önce elde ettiği kazanımlarına yönlendirerek, bunları geri almak üzere ilerliyor.
Sırada ne var?
Günümüzün sağcı muhafazakâr ittifakı kendisini kadın karşıtı, feminist karşıtı veya LGBTQI+ karşıtı değil de toplumsal cinsiyet karşıtı olarak tanımlıyorsa, bunun nedeni kadın ve LGBTQI+ hareketlerinin özgürleştirici toplumsal cinsiyet kavramını yasal anlaşmalara, ana akım siyasete ve kamusal tartışmalara taşımadaki olağanüstü başarısı. Evet, eşitlik ve özgürlüğe karşı ittifak her zamankinden daha büyük ama cinsiyet eşitliği ve cinsel özgürlük hareketleri, sağcı popülizmin tutunduğu her ülkede ve başka yerlerde direniyor. Feminist ve LGBTQI+ hareketlerin ırk adaleti, ekonomik ve çevresel adalet ve kendi kaderini tayin hakkı için mücadele eden diğer gruplarla güçlerini birleştirmesi, bu sağcı, neo-muhafazakâr, neo-liberal, popülist ittifaka karşı direnebilmek için elzem görünüyor.
Türkiye ile ilgili olarak, geri çekilme kararının en önemli sonucu, toplumsal cinsiyet karşıtı hareketlerin mevcut mevzuata, Medeni Kanuna ve Ceza Kanununa, özellikle 6284 sayılı Kanuna ve diğer kazanılmış haklara yönelik oluşturduğu tehdit. Kadına yönelik şiddet hâlâ hızla devam eder ve homofobik/transfobik fikir ve söylemler alabildiğine yaygınken, heteronormatif ataerkilliğin bu semptomlarıyla mücadele etmek için bir çerçeve öneren İstanbul Sözleşmesi'nin kaybı hafife alınacak bir kayıp değil. Kadınlar ve LGBTQI+ toplulukları bir dönüm noktasında olduklarının farkındalar; ancak el konulan haklarının mevcut kayyum rejiminin gasp ettiği diğer haklar ve demokratik karar alma mekanizmaları ile derinden bağlantılı olduğunun da bilincindeler. Yolun bundan sonrası ittifaklarla mümkün.