Reading time
9 min
To share this contribution please copy the url below

Zincirlenmiş Tepki: İfade Özgürlüğü, Tarihsel Sansür ve Muhalefet Hareketleri

 
Saturday Mothers of Turkey, on their 422th gathering, commemorated 220 Armenian intellectuals detained and vanished by the order of Ottoman officials in 1915.

Cumartesi Anneleri/İnsanları Galatasaray Meydanı'ndaki 474. Haftalarında 24 Nisan 1915'te gözaltına alınıp kaybedilen Ermeni aydınlar için bir aradaydı. İstanbul – BİA Haber Merkezi.

Giriş

Türkiye'de hem gerçek sorunların tanımlanmasına, analizine ve çözümüne yönelik bir düşünce/eylem geliştirecek, hem de geniş kitlelere hitap edecek bir muhalefet hareketi oluşturmak isteyen düşünürlerin sık sık değindiği ve bazen karamsarlık sebebi olarak öne sürdüğü birbiriyle bağlantılı bazı gözlemler var, bunlarla başlamak istiyorum:

a) Büyük veya küçük, muhalefet partilerinin/hareketlerinin düşünce ve pratiği, içeriğinde farklı görünse de, biçim, üslup ve yaklaşım açısından iktidardan farklı değil. Bu sadece savundukları politikaların ana hatlarında değil, belki daha da yakıcı bir sorun olarak kendi iç örgütlenme ve iletişimlerinde de karşımıza çıkan bir sorun.

b) Bütün mevcut sorunlar bugünkü iktidar döneminde ortaya çıkmış gibi davranma eğilimi. (İşin kötüsü bir önceki dönemde de bu eğilim vardı, ondan öncekinde de, ondan...)

c) Alternatif olarak – sık sık - 'eskiye dönüş' savunuluyor. (Bu 'eski'nin ne veya neler olduğu hem muğlak.)

İfade Özgürlüğü

Liste genişletilebilir, maddelere ek yapılabilir. Bu yazıda bu durumun kökeninde yatan temel konulardan birine, bilgiye erişime değinmeye çalışacağım. Bilgiye erişim hakkı ve özgürlüğü, ifade özgürlüğü ile doğrudan ilgili. İfade özgürlüğü genellikle, burada ve şimdi, fikirleri ifade etmekle ilgili bir özgürlük olarak düşünülüyor, Türkiye'de bunun da önünde uzun uzun tartışılacak birçok engel var, ancak yukarıda birkaç madde halinde sıraladığım sorunlar, meselenin daha derine gittiğini, ifade edilen– iktidara veya muhalefete ait - görüşlerin oluşum aşamasına, yapı ve üslubunun şekillenişine bakmamız gerektiğini söylüyor.

Bir önceki yazımda Gezi direnişi sırasında, daha önce Türkiye'deki muhalefet hareketleri içerisinde önemsenmeyen, siyasete dahil bile kabul edilmeyen bazı meselelerin – kent hakkı, çevre bilinci, kimliklerin korunması ve ifade edilmesi, aşağıdan yukarıya yönetim, farklı fikirlerin aynı toplumsal hareket içerisinde bir arada var olabilmesi - hem düşünce hem eylemde öncü bir konumda yer aldığını, bunun da kritik bir dönüşüm başlattığından bahsetmiştim. Ancak bu dönüşümün bu kadar kısa sürede geniş ve kalıcı bir muhalefet alanına yayılmasını beklemek hem haksızlık olur, hem de bunun gerçekleşmesinin önündeki somut engelleri görmezden gelmek anlamına gelir. Sivil alanın genişlemesinin önündeki bu engellere bakmamız gerekiyor.

Sansür ve Dezenformasyon

Gezi direnişi haklı bir dava etrafında büyüdü, toplumun birçok farklı kesimi Gezi'ye katıldı, katılanların birçoğunun ilk defa politize olduğundan bahsedildi. Hükümetin/devletin (bu Gezi'den sonra daha da yekpareleşen yapı da açıklayıcı olacak) Gezi'ye verdiği karşılık içerisinde ise belki yoğun polis şiddeti kadar tepki gören bir diğer yöntem, yaygın ve sistematik dezenformasyondu: 'Gezici'lerin Kabataş'taki başörtülü bir kadına saldırdığı, 'Gezici'lerin camiye çamurlu ayakkabılarıyla girdikleri gibi uydurma iddialar direnişçilerde büyük bir haksızlık hissi uyandırdı, elbette bu yalapşap bir araya getirilmiş tutarsız hikayelerle dalga da geçildi, ama hükümet yanlısı ana akım basının bu iddiaları sorgulanamaz birer gerçeklikmiş gibi sunması, somut veriler sürekli aksini gösterse de bundan geri adım atılmayışı, bu haksızlık hissini güçlendirdi.

Bir yanda polis şiddetinin cezasızlık zırhıyla korunması, diğer yanda bu aralıksız dezenformasyon dalgası Gezi'nin hemen ardından ortaya çıkan büyük boyutlu – ve iktidarın benzer dezenformasyon yöntemleriyle bertaraf etmeye ve üstünü kapamaya çalıştığı - yolsuzluk skandallarıyla ve hamasi söylemler ve karanlık işbirlikleri üzerine kurulmuş bir dış politikanın peş peşe başarısızlıkları, hep birlikte iktidarın bugünkü manzarasını oluşturuyor. Bu noktada, büyük oranda iktidarın çizgisine sadık geleneksel basının karşısında bilgi dolaşımının özgürce gerçekleşebildiği internetin ve sosyal medyanın da bilgilendirme ve eleştiri rolleri büyük öneme sahip. Öyleyse soru şu: Bu genel manzara yeni mi? Bilginin bu denli fütursuzca yok sayılması, saptırılması, karalanması, bu bilgiye ulaşmak, bu bilgiyi yaymak isteyenlere yönelik sistemli baskıyla birlikte, Türkiye'nin sadece hükümetin gururla 'Yeni Türkiye' olarak nitelediği bu dönemde karşı karşıya kaldığı bir kabus mu?

Resmi tarih

Modern ulus-devletlerde ulus kimliği bir resmi tarih anlatısı etrafında şekillendirilir ve kendimizi kandırmayalım, ekonomik ve sosyal anlamda en 'ileri' kabul edilen devletlerin bile kendi tarihlerindeki tüm korkunç sayfalarla yüzleşmeyi, ve bugün tüm azınlıklara ve kimliklere eşit davranmayı başardıkları söylenemez. Mike Brown'ın ölümünden sorumlu polis memurunun ABD devlet sisteminin cezasızlık zırhıyla korunmasının ardından başlayan protestolar giderek büyürken, bugün Türkiye'de Gezi direnişi sırasında Eskişehir'de hunharca öldürülen Ali İsmail Korkmaz'ın davası hukuk adına utanç verici bir süreçle devam ediyor. Türkiye'deki hükümet yanlısı ana akım medyanın Ali İsmail Korkmaz davası, veya Gezi'de öldürülen veya yaralanan diğer insanların davaları karşısında sessiz kalması, ABD'deki protestolara ise 'Bakın, orada da oluyor' der gibi geniş yer vermesi bize bir ipucu verebilir.

Ana akım medyanın sessiz kaldığı davaların listesi uzatılabilir: Galatasaray Meydanı'ndaki 500. hafta buluşmasını geçtiğimiz ay gerçekleştiren Cumartesi Anneleri'nin çocuklarının davaları da bunlar arasında. 2007 yılında hala aydınlatılmayan bir suikastle öldürülen gazeteci Hrant Dink adına her yıl verilen Hrant Dink Ödülü'nün de sahibi olan Cumartesi Anneleri, 1992-1996 yılları arasında gerçekleşen 800'e yakın devlet tarafından gerçekleştirilen zorla kaybetme vakasında hayatlarını kaybedenlerin akrabalarından oluşuyor. Cumartesi Anneleri her hafta toplandıklarında, sadece bu dönemde kaybettiklerimizin değil, aralarında Ermeni Soykırımı'nın başlangıç tarihi olarak kabul edilen 24 Nisan 1915'te evlerinden toplanan ve çoğu öldürülen Ermeni aydınlar, 1921'de öldürülen Türkiye Komünist Partisi lideri Mustafa Suphi ve arkadaşları, 1948'de Bulgaristan sınırında öldürülen yazar Sabahattin Ali ve son yüz küsur yıllık tarihimizde devlet şiddeti sonucu hayatını kaybeden birçok diğer insanın da resmini taşıyor, onları da anıyor.

İşte Cumartesi Anneleri'nin hikayeler, fotoğraflar, ve farklı kuşaklardan insanların katılımıyla gerçekleştirdiği bu anmalar başka bir tarihe işaret ediyor, ulus-devletin kurulmasından önce şekillenmeye başlayan, Cumhuriyet döneminde ise devletin kendi söylemi etrafında katılaştırılarak milli eğitim aracılığıyla çocukluktan itibaren tek doğru anlatı olarak dayatan resmi tarih anlatısından çok farklı bir tarihe. Farklı iktidar dönemlerinde bu anlatıya belli ayarlar yapıldığı söylenebilir, ama bu ayarlar iktidar mücadelesi ve devlete yakınlıkla belirlenir ve sınırlıdır. İttihat ve Terakki hareketi, baskısına uğradığı Abdülhamit'i tahttan indirmişti, ama liderlerinden Talat Paşa, Ermeni Soykırımı ile ilgili olarak "Abdülhamit'in 30 yılda yapamadığını 3 ayda hallettim" diye böbürlenebilmiş, siyasetler arasındaki sürekliliğe de böylece işaret etmişti. Şu andaki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise, Başbakanlığı döneminde katıldığı gazeteci Mehmet Barlas'ın televizyon programında, geçmişteki tüm kötülükleri o dönemin iktidarı, kendi döneminin muhalefeti CHP'ye atfetmeye çalışırken, 6-7 Eylül 1955 Olayları'nı da buna dahil etmiş, devletin ve hükümetin planladığı ve uyguladığı azınlıklara yönelik bu saldırının, kendi partisini hep siyasi mirasçısı olarak nitelediği Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti iktidarı döneminde gerçekleştiğini unutup CHP'ye yüklemiş, Barlas ise yutkunup Menderes döneminde gerçekleştiğini söyleyince huzursuz bir sessizlik olmuştu. Bugün, devletin/hükümetin bilgi üzerindeki baskı ve denetimi en kritik ve merkez alan olan tarihin dışına taşacak şekilde genişliyor. Resmi tarih anlatısının dayatılmasının yanı sıra, modern eğitimin kurumları ve içeriği de sansürleniyor ve tahrif ediliyor. Bu yeni bir süreç değil, uzun süredir devam eden bir kısıtlamanın devamı ve yeni bir aşaması. Sansür ders kitaplarından yayıncılık alanına, geleneksel medyadan internete daha geniş bir alanı hedefliyor. Geçtiğimiz günlerde karikatür dergilerinin hapishanelere girişinin yasaklandığını, Türkçe Vikipedi'deki Vajina maddesine erişimin engellendiğini, yolsuzluk skandalına adı karışan dört eski bakanla ilgili haberlere yayın yasağı getirildiğini gördük.

Resmi tarih anlatısının toplumsal hafızadan bilgi silmesiyle, bu daha güncel süreçler arasında doğrudan bir bağlantı var, bu bağlantıya işaret edebilmek gerekiyor. Gerçek demokrasi kötü veya yanlış olduğu söylenen bir anlatının yerine güzel ve doğru olduğu söylenen diğer bir anlatının konmasıyla oluşmaz, tüm yurttaşların bilgiye erişimi önündeki engellerin kaldırılmasıyla oluşur, özellikle de kendi kimliklerini, tarihlerini, dünyalarını oluştururken atıfta bulunacakları bilgilere. İletişim olanaklarının bilgiye erişimle ilgili maddi sınırlamaları giderek azalttığı bu dönemde, ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim hakkı etrafında şekillenecek bu bilinci güçlendirmek için, sadece bugün değil, geçmişte de uygulanan sansürü teşhir etmeliyiz; muhalefet hareketleri o zaman şimdiki düşünce ve pratiklerinden hangilerini bir kenara bırakıp, hangileriyle devam edeceklerine karar verebilir.